top of page

FOÇA’DAN – İSTANBUL’A

Foça, Ekim ayı ortaları. Hava adeta yaz. Hadi fırsat bu fırsat denizle vedalaşalım dedim, kendimi plaja attım. Su soğuktu. Belime kadar girdim, iki üç kulaç, sular alıp götürmeli yılın pisliğini. Aklıma doktorum Ali Erol’un önerisi geldi. “ Soğuk suda sakın yüzme”. Doktor önerileri önemlidir. Attım kendimi sahile.


foça

Kumsalda tek tük güneşlenenler. Göz alabildiğine deniz. Uzakta koca bir gölge gibi Midilli. Öte yana döndüm. Bir balıkçı motoru geçiyor. Ardındadümdüz bir çizgi bırakarak... Tek bir dalga yok. Tek bir esinti... Sanki dünyanın ilk sabahı. Her yer sessiz. Az önceki motor yitip gitti. Biraz ileride bir adam sabah jimnastiği yapıyor. Eğilip doğruluyor , eğilip bükülüyor , yaşamak istiyor, yaşamını uzatmak, şu güzellikleri biraz daha tatmak.


Yaşamda her şey kaybolur, hatıralar asla. Bir zamanlar Foça akşamları çok keyifli geçerdi. Aydın Bey’in bistrosunda toplanır hatıralar, felsefe, politika..... sadece futbol gelmezdi masaya. Masa komutanı Avni Arbaş. Daha çok Paris’i anlatırdı. Paris’e hiç gitmedim ama Paris’i çok iyi biliyorum. Orta halli insanların, sanatçıların buluşma mekanı, Saint Michel’de ki restoranlar. Daha zenginlerin yeri Cafe de la Paix. Uzaktan

gelenlerin birbirlerine kavuşma mekanı Gar de L’Est. Güneşin batma saatinde Seine nehri kenarında piyasa gezisi sonra Opera alanında bir bardak şarap. Düşlerde gelecekleri yaratarak. Geçmişi silerek. İşte oturduğum yerde Paris.


Avni Ağabey öz yaşamından bölümler anlatır bizler keyifle dinlerdik. İş ciddiyetinden konu açılınca “ yüreğini tuvale koymayan ressam eksik çizer” derdi.


Aklımdan, çeşit çeşit yaşanmış sıkıntılarım geçerdi. Biz de yüreğimizi koyduk ama yüreğimizden bıçaklandık. Senelerce çarmıhlara akrobat gibi tırmanırken sömürüldük. Hem de en yakınlarımız tarafından. Bir yerde satıldık diyebilirim de.


Bir başlangıç gerekliydi. Biliyorduk bütün yeni başlangıçlar zordur. Sonrası kendiliğinden gelir diyorduk. Güzel umutlu günlerle birlikte gidiyor derken yüreksizlerle karşılaşacağımızı nereden bilebilirdik. Hepsini gördük yaşadık. Bazı insanlar parayı (şeytanın bokunu) gördükleri zaman yüreksizleşiyorlar.


Yaşamı bir roman gibi ele alın. En küçük bir aksaklık olmasın. Bu bizim elimizde olan bir şey mi? Bir ölçüde öyle.... Kişi yaşamın ilk basamaklarında kararlı bir tavır alırsa, hem kendisine hem de bizi bekleyen, ne olduğunu bilmediğimiz olgulara, olaylara karşı; belki o zaman bir başarı kazanabilir. Bunlar çok geride kalan düşünceler. Ama şunu da bilmek gerek, yaşam roman değildir. Çarmıha tırmanmak başka, yaşam başkadır. İkisinin de yerini , sınırını iyi bilmek gerekir. Düş kırıklığına uğramamak, yaşam önünde yenik düşmemek için....


İşte Avni Ağabey fırçasını tuvale bir vurdu, bir de bana vurdu. Masamızın sevimli müdavimlerinden birisi de Alman dostumuz “ Rudy” idi. Kendisini sigortacı tanıtmıştı. “ Foça başka ama “ hoby cook” Aydın’nın ve Balıkçı Muharrem’in yeri başka” derdi. Önce susar, ikinci kadehten sonra açılır Türkçe, İngilizce döktürürdü. Kendisine göre bir yaşamı vardı.


“ Ali Ağabey Rudy iki sigorta patlatır, paraları toplar, doğru Foça”. Aydın Bey onun mazisini çok iyi biliyordu. Sigortacı eşi Rita. Kadın biraz kazanınca Rudy gırtlağını sıkıyor, paraları kapıp Foça’ya mekana düşüyordu. Enteresan davranışları vardı. Kadehinden her yudum alışında “ Hallelıjah ( şükürler olsun derdi. Aslında İbraniceden gelir ama Hristiyanlar da kullanır. Leonard Cohen’in ünlü şarkısıdır. ) Unutulmaz eleştirileri vardı. “ Mutlu halkların kahramanları olmaz”. Niçin sık sık Foça’ya geliyor, Almanya’da kalmıyorsun ? “ Etrafınızda sohbet edeceğiniz, seveceğiniz insanlar varsa mutlu olursunuz” demişti. Ne yazık ki bu yakışıklı, sevimli dostumuzu üç sene evvel koronadan kaybettik. 67 yaşındaydı. Işıklar içinde uyusun. Sohbet gece yarılarına kadar sürerdi. Yaşamda belki bir ilktir. Bistrodan ayrılırken Aydın Bey üzülür “ zaman daha erken, nereye gidiyorsunuz “ derdi. Zaman gece yarısı olsa bile. Bistrodan ayrılan müşterilerinin üzüntüsünü yaşayan bir mekan sahibi..... Düş gibi bir şeydi. Seneler öncesinde kalan bir esintiydi. Geldi ve geçti. Yaşadıklarımızı hatırladıkça, bizlerle beraber yaşamaya devam ediyorlar. Her şey biter, geriye hikayesi kalır insanın. Bu yaşadıklarımıza elveda diyorum. Ayrıca eyvallah demek, Rudy’nin hatırasıyla “ Hallelujah” demek yakışır.


Havalar soğudu, kasım ortasını bulduk. Foça’dan göçmen kuşlar gibi dönme zamanı. Güz çiçekleri bana bakıyor. Sanki tek tek ellerini uzatıyorlar. “ Gitme kal, gitme uzaklara”. İsteksizce, gönülsüzce dostlara veda edip İstanbul’un yolunu tuttuk. Hanımı bilmiyorum bence İstanbul’un özlenecek bir tarafı kalmadı. Dışarı çıkıp bir tur atmak içimden gelmiyor. Kaldırımlar bir metre genişliğinde. Yer yer çukurlar. Kentsel dönüşümün kamyonları kaldırımları ezmiş, geçmiş. Çoğu yerde arabalar kaldırımlara park etmiş. Yayalar mecburen caddeden yürüyor. Bir sokağa çıktım, pizzacı- lahmacuncu motorları paçamı sıyırarak geçtiler. Beni ya lahmacuncu ya da pizzacı motoru ezecek. Kısmetimizi bekleyeceğiz. Moda’da oturan bir arkadaşım rahatsız, ziyaretine gideyim dedim. İstanbul kartımı evde unutmuşum. Mecburen minibüse bindim. İçeride sabah keyfine limon sıkan bir gürültü. Bu mu müzik? Hint, arap karışımı. Hep acı, ızdırap, gözyaşı, kader..... Bir kadın bağıra bağıra söylüyor. Yolcular huşu içinde dinliyor. Söylenen şarkı mı, türkü mü her neyse adeta kan damlıyor. Bir kilometre gidemedim, verdim ücretini kendimi zor attım aşağıya. Önüme çıkan ilk taksiyi durdurdum. Şoföre “ bak kardeşim radyo açmak yok, CD çalmak yok bineyim mi arabana?” diye sordum. Şoför tuhaf tuhaf baktı” Efendim radyom bozuk, CD yok”. Yolda sohbet ediyoruz. Şoför kardeşimiz “ Orman Mühendisi” 15 sene önce mezun

olmuş, mesleğiyle ilgili iş bulamamış, şimdi taksi şoförü. Tabii ormanların yarısı yandı, yarısını da maden ocağı için kestiler, orman mı kaldı.

Moda’ya kapıya kadar gittik. İnerken ilk davranışım için özür diledim. “ Biz alışığız efendim, lütfen şekerinize dikkat edin”. Utanarak apartmandan içeri girdim.

Asansörle üçüncü kata çıktım. Asansör kapısına kadar kadın, erkek, çocuk ayakkabıları. Cami antresi gibi. Arkadaşın eşi daire kapısından utanarak bakıyor. Çaresiz ellerini açarak. Komşuları eski bir bürokrat, üç sene olmuş taşınalı, daireden içeri ayakkabısı ile kimse giremezmiş. Çirkinlikler içinde bir yaşam. Her şey çirkin gözüküyor bu sabah bana. Nedir çirkin? Göze hoş gelmeyen diyeceksiniz. Hangi göze? Göz herkeste

var, ama görmek, bakmak, anlamak bir eğitim işi. Hep çirkinlikler içinde yaşamış, çirkinlikleri görmüş, yaşamı çirkin bir ortamda geçen kişi, bilir mi güzelliğin ne olduğunu? İster müsteşar , ister bürokrat.... ne olursa olsun.


Bu insanlar içlerinde kinle, nefretle yaşarlar. Bu yüzden saklamalıyız sevgilerimizi, mutluluklarımızı, coşkularımızı. Kızmasınlar diye, gözleri kalmasın diye. Bu sadece İstanbul’a özgü değil. Foça’da da yaşıyoruz. Sizi yirmi sene kollamış, ben bu aileyi nasıl mutsuz edebilirim de mutlu olurum... neyse...


Hanım tarçın ısmarladı. Yüz gram alacağım. Her halde 30 – 40 liradır diyordum. 80 (seksen) lira çıktı. Tarçın için Kadıköy çarşısına girdim. Ne korkunç bir kalabalık. Bir koşuşmaca, bir telaş, bir kaçış, bir kovalayış.


Anadolu’da tarım, hayvancılık bitti. Sanayi ortadan kalktı. Anadolu insanı akıyor bu kente. Yetmemiş Suriyeliler başta her renkten, her ırktan insanlar dolu çarşının içinde. 3 – 4 ayrı dil konuşuluyor, Türkçe pek az. İşte Kadıköy çarşısı.


Kışa girdik ama havalar güz gibi. Bu güz havasında beni bu sıkıntılara sokan güz rüzgarına ne demeli, bilemiyorum. Aklıma geldi. Nazım Hikmet olabilir.

Bir rüzgar geçti buradan

Koştum ama yetişemedim.

Oysa bize rüzgarlar yetişemiyor;

Bize, topluma bu hızlı gidişe.....

Ama nereye, hangi yöne doğru esen bir rüzgar bu;

orasını bilmek çok güç....


Kaptan M. Ali SÖKMEN

4 Comments

Rated 0 out of 5 stars.
No ratings yet

Add a rating
Rated 5 out of 5 stars.

.

Like

Rated 5 out of 5 stars.

U

Like

Rated 5 out of 5 stars.

Kafalarında seçim sandığı taşıyan siyasetçiler unutulacak; aydınlara, sanatçılara en acımasız cezaları verenler unutulacak; devlet adına yol kesen eşkıya unutulacak; beyinlere dikenli teller dolayanlar unutulacak; devlet başkanları unutulacak; kırmızı plakalı arabalara tırmanmış başbakanlar unutulacak; bakanlar unutulacak...

Resimleri ile Dinolar, Arbaşlar; romanları, öyküleri ve yazıları ile Yaşar Kemaller, Aziz Nesinler, Rıfat Ilgazlar, Sabahattin Aliler; şiirleri ile Nazım Hikmetler, Ceyhun Atuflar, Hasan Hüseyinler, Ahmet Arifler hep yaşayacaklar!..

Yasak üstüne yasak konsa da yaşayacaklar; adları okul kitaplarından çıkarılsa da yaşayacaklar, şiirlerinden, yapıtlarından devlet televizyonunda, radyosunda tek sözcük bile olsun söz edilmese bile yaşayacaklar!..

“Türküler söylendikçe Türk diliyle / Seni seviyorum gülüm dendikçe, Türk diliyle”, bu ressamlar, bu yazarlar bu şairler hep anılacak!.. Yasak olsa da anılacak... Yasak olmasa da anılacak... Bugün salonlarda anılacak... Yarın…


Like

Rated 5 out of 5 stars.

Teşekürler ve saygılarımla.

Like

Bize Ulaşın

YDO RUHU

Bu sayfada görmek istediklerinizi,

Fikirlerinizi Bizimle Paylaşın   

YDO okul brövesi

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

bottom of page